Çünkü doyumsuzsunuz. Her zaman her şeyin daha fazlası için tüketiyorsunuz zamanınızı. Sahip olduklarınız tatmin etmeye yetmiyor nefsinizi. Yırtıcılardan farksız, saldırıyorsunuz sizin olmayan her ne varsa etrafınızda. Gözünüz o kadar dönmüş ki, yaşamayı unutmuşusunuz. Bu uğurda kavgayı meşrulaştırmış ve hepiniz gösteriş budalası olmuşsunuz.
Mutlu değilsiniz, olamazsınız da…
Çünkü hayattan ne istediğinizi bilmiyorsunuz. Okulunuzda bir rotanız, işinizde bir hedefiniz, sosyal yaşantınızda bir kaliteniz ve gönül işlerinizde ayarınız yok. Kimse sizi fark etmesin diye, zifiri karanlıklar bulaşmış üzerinize. Onu dahi temizlemekten acizsiniz.
Okul, eğitim yuvasından ziyade, sizin için diploma dağıtan kurum. İş, her sabah küfür ederek hazırlanıp, ay sonu sizi tatmin etmeyen bir meblağa zamanınızı pazarladığınız, nazarınızda saygınlığı olmayan yer. Sosyal yaşantı, avmlerden öteye gitmeyen bir mesken. Gönül işleriniz, tam kaos yuvası. Zira hepiniz o kadar mükemmelsiniz ki, yarattığınız o küçük dağların zirvelerinde yalnızlıktan kahrolduğunuzun farkında dahi değilsiniz. Ne hikmetse, bu işin mağdur edebiyatını da en iyi yapan sizlersiniz. O edebi sözlerin içerisinde anlamlandırdığınız adamlar veya kadınlar karşınıza çıktığında, ‘daha iyisi vardır’ düşüncesi sizi yiyip bitirdiğinin farkında değilsiniz. O kadar karmakarışık hal almışsınız ki, kendinizin dahi kim olduğunun farkında değilsiniz. Acı, ama gerçek.
Mutlu değilsiniz, olamazsınız da… Mütevazı diye adlandırdığınız yaşantınız da, çıtalarınız hep en tepelerde. Benim bir anlama kavuşturamadığım şu dünyada, kendinizi o kadar değerli ve o kadar yüce görüyorsunuz ki, yolda yürürken insan bedenlerinden ziyade, kibirler görüyorum. İyilikleriniz çıkarlara dönük. Dostluklarınız menfaatlerinizle bir paydada. Tiksinmemek elde değil, zira size geri dönüşü olmayan hiçbir şeye kıl kıpırdatmamanız insanlığınızın önüne geçmiş.
Mutlu değilsiniz, olamazsınız da…
Hala daha dünyanın gerçeklerinin acılığını kabullenmiş değilsiniz. Tasarladığınız ütopyalardan sizi kurtaracak beyaz atlı prensler, külkedileri, prensesler bekliyorsunuz. Küçükken size anlatılan masallar eşliğinde daldığınız o uykulardan uyanmış değilsiniz hala. Memnuniyetsizliklerinize ‘dur’ demek yerine, onları azdırmak için kırbaçlıyorsunuz. Rotanız yanlış, yönünüz şaşmış, ağlak ve mutsuz suratlarla geziniyorsunuz. Çünkü bu ‘daha fazla’ hastalığı, mükemmelliyetçi tavırlar, kibirleriniz ve egolarınız hep atbaşı gittiği için hayattan zevk ve tat almıyorsunuz. ‘Unutmayın ki, kibrin ateşine odun atanlar, vicdanlarından sürgün yerler.’ Şu koca kainatta kapladığınız alanın, kum zerresinden fazlası olmadığını unutuyorsunuz. Başkalarına muhtaç kaldığınız anları, zamanları unutuyorsunuz.
Güçlü görünme çabalarınızın ardındaki güçsüz hallerinizi gizliyorsunuz. Mutlu görünmek adına verdiğiniz mücadelenin sizi nasıl mutsuz ettiğini anlamıyorsunuz. Hep daha fazlası, hep daha iyisi, hep daha ötesi, hep, hep, hep diye sayıklarken, olduğunuz yerde saydığınızı, bir arpa boyu kadar yol kat etmediğinizi görmüyorsunuz.
Her gün türlü maskelerle kalabalığın arasına karışıp, akşam evinize geldiğinizde aslında bu oyunun dengenizi nasıl alt-üst ettiğinin farkında olmuyorsunuz. Etrafınıza dahi bakmıyorsunuz. Baksanız göreceksiniz, diğer insanların birer yansımanız olduğunu. Aslında kendi dünyanızda siz birer yıldız iken, sokaklarda sizden milyonlarca olduğunu kavrayacaksınız.
Emin olun, tabiattan daha güçlü olmadığınızı anlayacaksınız. Ve kibirlerinizin, egolarınızın, bütün varlıklarınızın, büyüklenmelerinizin sonu bir karış topraktan ötesi olmadığını, anlayacaksınız.