Yorgunum… Yorgunluğumun, yalnızlık gibi bir anlamı da var Füsun! Bozkırda tek başına kalmış… İlkbaharda açtığı çiçeklerin güzelliğine şahit bulamayan, sonbaharda yapraklarını döktüğünde etrafını temizlemek için bir süpürge vuranı olmayan bir ağaç gibiyim. Yavaş yavaş dökülüyor gövdemi koruyan kabuktan katman. Çürüyorum…
Anlaşılmamanın verdiği ıstırapla yaralanıyorum her geçen gün biraz daha Füsun, acıyor canım. Yapraklarımın üzerinde bırakıyorum gözyaşlarımı. Rüzgarlardan başka o göz yaşlarını silenim yok! İnan neden burada bir başıma olduğumu da bilmiyorum. Tanrı’nın azabı mıdır bana yoksa bir mucizesi mi? Yorum yok! Ama kırgın değilim kimseye. Yalnızca kendimi dövüyorum her gece. İnsan, sevmediğine karşın ne kadar da gaddar olabiliyor Füsun, tahmin edemezsin gözümün nuru. En hassas yapıya sahip, en tevazu sahibi olanı dahi; karşısında eğer sevmediği birisi varsa tahammül göstermeden ne kadar pervasızlaşabiliyor, o’nu parçalayabiliyor. Üstelik bunu gafletle değil, farkındalık halindeyken yapıyor. En ufak bir mahcubiyet yok, üzüntü yok, kalpte küçük de olsa bir ağrı yok.
İşte Füsun, ben de kendime karşı her gece böyle acımasızlaşabiliyorum! Neden diyeceksin, başıma bu musibetleri açan kendimden başkası değil de ondan. Kalbim çabuk aldanıyor her şeye… Vücuduma pompaladığı kanla birlikte ben de afyon etkisi yaratan o duyguyu yayıyor bedenime. Beyin uyuşuyor, birisinin yüzü peyda oluyor gözlerimin önüne sonra, sesi kulaklarımda, güzelliği baktığım bütün yüzlerde… Başımı nereye çevirsem gördüğüm o. Elimi uzattığımda bir sis bulutu gibi kayboluyor ağır ağır. Gerçeklerle baş başa kalıyorsun. Basıp voltayı yoluma bakıyorum sonra. Yürüyorum yollar, caddeler, mevsimler boyu. Yorulduğumu durduğumda anlıyorum. İnzivaya çekiliyorum sonra. Yalnızlığımı bölüşeyim diye yazı masama oturuyorum. Evet, doğru duydun, yalnızlığımı kâğıt ve kalemle bölüşüyorum. Allah aşkına Füsun, bu devirde bir insana güvenip de yalnızlık bölüşülür mü? Bir insana inanıp da yara açılır mı? Neyse… Zaten mürekkep ve divit de huzur vermiyor artık. Zira, kâğıdın üryan göğsüne yazdığım cümleler içinde huzur barındırmıyor. Yani suç aslında ne mürekkepte ne de divitte bakma sen bana! Kalbimde güzelliğe dair hiçbir şey bırakmamışlar! Her gelen bir parçamı almış, giderken yanında götürmüş. Kendi çirkinliklerine kamufle niyetiyle Füsun!
İçimde hala bir katre de olsa bir çocuk umudu var. Her sabah gözlerimi açtığımda yatağımın başında bir bebek tebessümü sıcaklığıyla beni karşılayan. Ama işte öyle karışığım ki, kafamdaki bu kütüphane dağınıklığını da bir türlü toplayamıyorum. Ya da böyle kalması işime geliyor bilmiyorum! Dedim ya dağınık ortalık.
Bazen, durup dururken gitmek istiyorum buradan. Nereye gideceğim hakkında da bir malumatım yok, yanlış anlaşılmasın şimdi. Yani bu şehre neden bu kadar bağlanıp, kök saldığımı da bilmiyorum. Ne tutuyor beni burada? İnsanlar mı? Şehrin güzelliği mi? Bu kaosu mu seviyorum yoksa? İçinde bir sevdiğim mi var? Sanmam! Bazı geceler soruyorum kendime bunları. Soruyorum da cevap yok ki Füsun! Canım sıkılıyor, gözüm şişelere takılıyor. Devriliyor boş şişeler ahşap masanın köşesinden yere. İnsanın her şeye bir çözüm bulabileceğine inancım, Allah’a inancım kadar sağlamdır. Lakin söz konusu birileri tarafından anlaşılmamak, bir yere aidiyetlik hissinin kaybolması ve yalnızlıksa… Burada inancım çıtırdan kırılıyor. İnsan anlaşıldığı yerde filizlenip de çiçek açar Füsun. Nerede kendini anlatma gibi bir mecburiyete kapılmıyorsa yurdu da orasıdır. Tanıdıktan gelebilecek bir vefasızlık şüphesini gütmediği yerde nefes almaya başlar. İnsan en çok sevdiğine güler Füsun. Yüzümün neden yalnızca sana bakarken güldüğünü buradan anla işte. Şimdi anlamışsındır beni rahatsız eden bu isteğin nereden peyda olduğunu.
Düzenine ayak uyduramadığın her yerde kaç yıl yaşarsan yaşa, alışamazsın. Alışamadım!
Çoğunlukla hep bir şüpheyle yaşıyoruz. Şüpheyle ve soru işaretleriyle yaklaşıyoruz karşımızdaki insana. Karşımızdakinden emin olma gayreti değil de içimizdeki şüphenin tamamen yok olmasından emin olmak istiyoruz. Mücadelelerimizin mahiyeti hep bu uğurda. Ne kadar onurlu bir davranış var orasını sen hesap et Füsun Hanım! Gel gelelim ki bu çağın ve bu çağa ayak uydurmaktan gram çekince hissetmeyen pervasız insanlarının bize bıraktığı miras bu!
Hakikaten Füsun ne soracağım sana, böyle insana kendini değersiz hissettiren bir duygu vardır bildin mi? Heh, işte o duygu gelip böyle göğsüne çörekleniyor mu? Doğru, toprağını sulamayı unuttuğum vakitlerde sen de elbette kendini bu pencere köşesinde unutulmuş hissediyorsundur. Ama sen bunun dışavurumunu yapraklarını dökerek ya da sarartarak belli ediyorsun. O halini görünce bir ‘eyvah’la unuttuğum o eylemi gerçekleştiriyorum. Samimiyetle cevap vermem gerekirse mahcubiyette hissetmiyor değilim sana karşı. Ben bunu dile getirmeyi bırak, yüzümü dahi asamıyorum. Unutulmuşluğun karanlığında oturmuş bir şeyleri bekliyorum. Ama neyi beklediğim hakkında bir malumatım yok. Zaman geçiyor, günler bitiyor, mevsimler birer birer başlayıp-bitiyor. Hesaplarını tutuyorum. Ömrün geride kalan kısmının günlerini haftalara bölüyorum.
Herkes bir yaşamın ucundan, kuyruğundan tutmuş. Sana bu pencere önü bana da bu hayat düşmüş.
Böylesi de güzel bence!