Bir şeyler arıyorum…
Bilhassa beni şu yaşamak telaşesinden alıkoysun diye. Gel gelelim ne yazık ki bulamıyorum! Geçmiş zamanın güzellikleri, geçen o zamanlarla beraber soldu ve gitti. Bittabi ben de farkındayım. İyiliği, güzelliği, temizliği barındıran cümleler gitgide azaldı heybemizde. Bize kala kala çirkinlik, bayağılık, pespayelik kaldı! Bir vakitler aynalara bakmaktan zerre çekince duymayıp da yaşlanınca aynalardan kaçan güzellerin bahtı mı çöreklendi kente, anlamadım. Gördüğüm şudur ki; herkes kendi gerçeğinden kaçıyor artık buralarda.
Yapaylığın revaçta olduğu bir çağın kapısından gireli hayli zaman oldu. Yazık ki, birçokları hemen nasıl adapte oldu bu düzene anlamak mümkün olmasa da insan kabulleniyor bir süre sonra! Elden başka ne gelir zaten? Dışarıdaki dünyada, duyguların işlevselliğini yitirdiğini, hissiyatların saflığına değen o lekeyi gördüğünde insanın tek başınalığı daha bir anlam kazanıyor. Sonrasında başlıyor kendi içine, kendi ıssız mağarasına onurlu yolculuğu. Küsmek değil elbette bu! Bunca anlamsızlığın arasından sıyrılarak bir anlam yolculuğuna çıkmak. Anlam aramak. Bulmak için değil bizatihi kavuşmak için aramak… Bildiğiniz üzere; hayatta aranılan şeyi bulunca ona kavuşmuş olmuyorsun. Zira, kaybetmek için bulursun, bazen bulursun ama kavuşamazsın, bazen aramaktan o kadar yorulmuşsundur ki aradığını bulduğunda ne dirayetin kalmıştır ne de hevesin… Bulmak bir şeyi ifade etmez sonunda kavuşmak yoksa eğer. Dönüp bakarsın sokak ve caddelerde yığınla insan kalabalığı… Bir köşeye geçip de seyre durduğunda o acıklı tablo ortaya çıkar. Herkes nasıl da birbirinin kopyası haline gelmiş, nasıl da arındırılmış farklılıklarından, doğal diye nitelendirebileceğimiz hiçbir şey neredeyse kalmamış. Bu duruma mukabil düşünülen her eylem, kendisini bu çıldırmış zamanın sahte renklerle süslü efsununa kaptıran insanları tarafından vurulduğu için böyle bir mücadeleye kimse girmemiş.
Beyin, gönül ve dil… Hepsi ayrı tellerden çalıp, ayrı makamlardan söylediği bir dönemin ortasında durmuşuz. Dolambaçlı cümlelerin ağına takılıyoruz her defasında. Ne dediğimizin değil, demek isteyip de söyleyemediğimiz ne varsa hepsinin günahını sırtlıyoruz. Hamal gibiyiz bi nevi. Yorgunluğumuz birazda burada başlıyor. Kendine sığınacak bir yurt bulamamanın verdiği ıstıraplarla boğuşma seansı sonrası… Yorulup da nefeslenmek adına durduğu yerlerde görüyor, karşısındaki okyanusta batmak üzere olan o son umudun gemisini. Sonrası katmerli bir pervasızlık… Mukavemetten ziyade derin bir kabulleniş. Sitemden ziyade ince bir sükunetin sessizliği.
Hayatının merkezine yerleştirdiği her şeye karşı çekimserdir insan. Beslenilen hassasiyetler, büyüdüğünde o kişiyi en sağlam yerinden yıkmaya muktedir olduğunu, gözü yaşlı şekilde kendi yıkıntılarını, kırgınlıklarını bir başına yerlerden toplarken anlıyor. Tam o an pişmanlıklar kapının eşiğinde, içeri girmek için fırsat kolluyor. Kendisinden başka herkese ve her şeye hassasiyet besleyen herkes, yine kendisine en acımasız davranandır. Etrafına gönlü bol, eli açık olanlar, iş kendisine geldiğinde cimri, tutumlu olmaya gayret ederler. Hal böyle olunca sevdikleri tarafından sevilmez, değer verdiği yerlerden bir karşılık bulmazlar. Kendini sevmeyen birisini neden bir başkası sevsin değil mi?
21. yüzyılda düşman aramaya pek de gerek yok. Zira herkes kendisinin en büyük düşmanı vasfına erişti artık. İnsan kendisine karşı son derece gaddar, kırıcı olabiliyor çoğu zaman. Kusursuzluğundan birtakım (kendince) kusurlar yaratarak psikolojik buhranların karanlık odalarına tıkıyor kendini. Aynada gördüğü surete bileniyor, karşı konulamaz bir güçle kendine saldırıyor. Düşman mı aranıyor? Buyurun size düşman… Kendine söz geçirebilenin yenemeyeceği kuvvet yoktur. İnsanın önce kendiyle olan savaşını kazanması gerek ki dış dünyayla muharebesi kaldığı yerden devam etsin. Yoksa, mağlubiyetler silsilesi gitgide artarak, hayatın keşmekeşliğiyle beraber yaşam çekilmez bir hal almaya başlar.