Neredeyse aylardır tek satır yazdığım yok. Ne zaman iki satır yazmak niyetiyle otursam yazı masasına çok geçmeden türlü bahanelerle kalkıyorum sandalyeden. Göğsümü bir mengene gibi sıkıştıran o melun duygu (tanımlamasını yapamadığım için melun diyorum) kötü alacaklılar gibi yapışmış yakama bir türlü bırakmıyor. Bu duygunun pençesi altında olmak insanı haliyle rahatsız ediyor. Kalem ehli olanlar bilir ki; yazmak gibi iddiası olan insanlar uzun vakit birkaç mısra da olsa karalamayınca bir daha yazamayacağı endişesini duyumsamaya başlar. Durumun vaziyeti bu olunca ben de bu endişenin etkisinde kalmadım değil!
Yazmak için de insanı birtakım şeylerin tetiklemesi gerekiyor… Yazarı harekete geçirecek unsurlara ihtiyaç duyumsuyor insan. Ben de tam bu noktada o unsurları yokladım. Gördüm ki, artık eskisi gibi yakmıyor canımı balkonumun yanında aheste dönen 45’likler. Tesiri mi kalmadı nedir o eski şarkıların bende diye düşündüm bir süre. Artık o şarkıların duygularımın bam telini titretmeye güçlerinin yetmediğini gördüm. Bir süre daha düşündüm de acaba dedim yüzyıllardan bu yana değin her devrin kalem erbabı olanları insana dair, tabiata dair, hayata dair, ahirete dair birçok şey yazmış, çizmiş, mermeri yontmuş da taşın içinde saklı olan o güzelliği ortaya çıkarmış… Kimisi de bunları görüntüye dökmüş…
Acaba bize mi yazacak bir şey kalmadı. Tükettik mi yani her şeyi diye hayıflanmaya başladım. Sonra durdum, ulan dünyanın derdi yazmakla biter mi az kendine gel dedim! Sonra istemsizce kendime hak verdim. Tabi oturup bunları düşünürken, insan farklı düşüncelerin içerisinde de bulabiliyor kendisini. Şunu gördüm ki geçen zamanla beraber insanın yaşadığı, tanıklık ettiği, duyduğu şeyler tutum ve davranışlarının değişmesinde büyük rol oynuyor. Evvelden bulunduğu yere kök salan insanlar bir noktadan sonra mütemadiyen yollarda buluyorlar kendilerini. Çünkü insan, bulunduğu her yerde huzurun olmadığını gördüğünde (-ki dünyanın huzursuzluk üzerine kurulu olduğunu düşünürsek bulmak pek mümkün değil!) ister istemez başka anlamlar aramaya koyuluyor. Bulmak için de aramak gerektiğinden arıyor. Ben de gitmeyi öğrendiğimden beri gereğinden fazla kalmamaya çalışıyorum hiçbir limanda.
Ne zaman sıkılsam oturup geçmesini beklemek yerine, vuruyorum kendimi kentin makbere benzer daracık sokaklarına. Gördüğüm manzaralar karşısında anlıyorum ki, farklılıklarımızdan doğan bütün güzellikleri tüketmişiz. Düşüncede tekdüzelik, yaşamda tekdüzelik, söylemde tekdüzeliği mi şiar edindik nedir? Etrafta birbirine benzemek için savaş eden insanlara denk geliyoruz. Yapaylık o kadar benimsenmiş ki; insanoğlu doğal olanı beğenmemeye başladı. Estetik algısı değişti, güzel cazibesini yitirdi. Sahte olan her şey devrin öncülüğünü yapmaya başladı. Rağbet yapaylığa, doğal olan ciddiye alınmıyor dahi! Samimiyetsizlik sahip çıkmış düzene. Eğri olanlar el üstünde tutulmuş da doğruya “doğru” diyenler kapı dışarı edilmiş. Çirkinlik ve bayağılık sahip çıkmış düzene. Estetiği, cazibeyi, güzeli arayanlar terk etmiş bulundukları yerleri. Yalnız termodinamiğin yasasında değil, insanın bulunduğu her yerde düzensizlik vardır.
İnsan içten içe kaostan beslenen bir yaratıktır. Tertip, düzen bir süre sonra sıkmaya başlar o’nu. Dinginlik pek çağımızın insanını etkileyen bir şey olmadığından, hareket ister. Lakin bu hareketlilik çoğu zaman felakete yol açar. Çünkü, insan içinde iyilik kadar kötülük de barındırır. Bunun dışarıya çıkması için ortam ve koşullar hazır olduğunda tasmasının zincirleri çözülerek kötülük serbest bırakılır. Biraz da bundan dolayı rahat değiliz hiçbir yerde. Bize hizmet eden her şeye düşmanız. Tabiatın dahi kanı bulaşmış elimize, yüzümüze, üstümüze. Ondandır iki yakamız kavuşmuyor birbirine.
Mevcut düzeni boza boza düzensizliğin kendisine oluşturduğu düzende(!) kendimize yer aramaya başlamışız. Şah iken, piyon etmişiz kendimizi. Gülü övenler, ertesi gün yapraklarını yolmuşlar. İnsan pazarında, toku aça, yoksulu zengine kırdırdılar. Sesimiz çıkmadı. İnsanlığı öldürdüler, ruhumuz duymadı. O kadar boş verdik ki, birbirimizin kuyusunu kazarken, bir gün bizim de o kuyuya düşeceğimizi idrak edemedik. Hoşumuza giden, biraz gururumuzu okşayan türlü yalanları süsleyip, onlara inandık. Sürükledikçe sürükledi zaman bizi. En başından süregelen hatayı, ne yazık ki yolun sonuna gelince anladık. Neticesine teslim olduğumuz türlü olumsuzlukların nedenini hep geç kaldığımızda sorgulamaya başladık. Sorgulamaya başladık da perde çoktan açıldı. Kuklacılar belli, kuklalar belli… Sahnede değilse, insanlara düşen yalnızca sergilenen bu piyesi seyretmek oldu!
Ben mi? Dedim ya ben yola çıkalı çok zaman oldu. Yerim-yurdum pek yok benim. Kalabalıkların ilgisini çekmediği yerlerde saklı olan güzellikleri gördüğü vakit kuytu köşelerden ayrılmıyor insan. Kimsenin bakmadığı yerlerde açan güzel çiçekleri görünce toplumun sırt döndüğü yerlerde soluklanıyor. Bilginin yolu çakıl taşları ve dikenlerle dolu… Ve her devirde maalesef ki bu yolun yolcularına reva görülen bir yalnızlık var. Tarifi olmayan, ağır bir yalnızlık… Yalnız aklın, niteliğin, estetiğin, güzelin, bilginin gücünü her şeyden yüce tutan insanların çektiği derin ve sonu gelmez bir yalnızlık. Şu da bir gerçek ki; aklın üstünlüğüne inananlar, aklının farkında olmayanlarla hiçbir zaman aynı safta durmamışlar. Bu yolda yalnız kalacak olsalar dahi…
Hülasa, yolda olanlar yalnızdır, yalnızız, yalnızım, yalnız…