Betül Yasemin Keskin / Milliyet.com.tr – Türk kültüründe var olan ‘kötü ruh’ kavramı ‘albasması’ olarak adlandırılıyor. Bu kötü ruhlardan …
Betül Yasemin Keskin / Milliyet.com.tr – Türk kültüründe var olan ‘kötü ruh’ kavramı ‘albasması’ olarak adlandırılıyor. Bu kötü ruhlardan korunmak için kullanılan yöntemlerden biri de al yani kırmızı renk. Lohusaların ve yeni doğan bebeklerin yastıklarına, üzerine al renkte kurdele bağlamak, anneyi ve bebeği görmeye gelenlere al renkte lohusa şerbeti ikram etmek gibi eylemler de ‘albastı’ ile ilgili. Adnan Menderes Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Başak Burcu Eke albızları, kötücülleri ve onlarla mücadele etmek için hangi ritüellerin kullanıldığını anlattı.
‘KÖTÜ VE KÖTÜCÜL ARASINDA FARK VAR’
Doç. Dr. Başak Burcu Eke, “Türk kültüründe üst, orta ve alt şeklinde üç dünya vardır. Üst dünya, kutlu olan ve yaratıcının katı gökyüzüdür. Orta dünya, insanlar ve diğer canlıların yaşam alanıdır. Alt dünyada yani yer altında ise baş kötü Erlik Han yaşamaktadır” dedi.
Doç. Dr. Eke, Türk kültüründe kötü ile kötücülün farklı olduğunu vurguladı. Kötücülün içinde iyiye dair zerre duygu ya da düşünce taşımadığını ve kötücül ile uzlaşmanın mümkün olmadığını söyleyen Doç. Dr. Eke, Erlik Han’ın kötücüllerin idaresinden sorumlu olduğunu ve Türk mitolojisinde üç dünyanın birbirinden kesin sınırlarla ayrılmadığını, hatta sarmal ağ şeklinde birbiriyle bağlantılı olduğunu söyledi.
Tarih boyunca, yer altındaki kötücüller kendi dünyalarıyla sınırlı bir yaşam alanına sahip değildiler. Sık sık yer yüzüne çıkarak orta dünyada yaşayanlara kötülük yaptıkları, dolayısıyla ‘kötücüllerin’ yeryüzünde belli başlı hastalıklara ve sıkıntılara sebep oldukları düşünüldü.
‘TÜRKLER KÖTÜCÜL OLANLA MÜCADELE ETTİ’
Tarihte kötücüllere karşı neden Türklerin çekimser kaldığı sorusuna Doç. Dr. Başak Burcu Eke, “Türklerin korkusunu kontrol edebilme gücünün en aza indiği an yer altından gelen kötücüller ile karşı karşıya kaldığı andır. Öte dünya ile irtibat eğer kutsal olan gök ile ilgili ise bu korkulan bir durum değildir. O yüzden atalar diyarına göçen vefat etmiş birini rüyanızda görmek Batı kültüründeki gibi hortlak görmek şeklinde değil, kutsanmışla yani bir tür ayrıcalık gibi algılanmıştır. Ancak öte dünya olarak yerin altından gelen bir kötücüle denk gelindiyse o bir ayrıcalık değil, fenalık olarak kabul edilmiştir” cevabını verdi.
‘KÖTÜCÜL, İNSANLARIN ZAYIF ANINI KOLLAR’
Peki, kötücül ruhlar insanları ne zaman ve ne şekilde etkiler? Doç. Dr. Başak Burcu Eke, “Kötücül, insanların aklen, fiziken ve ruhen en zayıf düştükleri anları kollar. İlginçtir kötücül ile karşılaşma korkulan bir durum olmakla birlikte mücadeleye de devam edilmiştir. Ne kötüye ne kötücül olana boyun eğmek gibi bir durum söz konusu olmamıştır” ifadelerini kullandı.
Ersogot Destanı’nın bu duruma bir örnek olduğunu söyleyen Doç. Dr. Eke, “Ersogot yeryüzünde kendisinin tek olduğunu ama her canlının bir eşi olduğunu görmüş, kutsal ağaca giderek durumundan şikayetçi olmuş ve eşini bulacağı müjdesini alarak macerasına başlamıştır. Kıymet verdiği eşinin yer altındaki kötücül ruhlar tarafından kaçırılması ve eşini kurtarmak için çaba sarf etmesi esas konudur. Kötücül ruhlardan birisi tarafından vücudunun yarısı yenmesine rağmen mücadelesine devam etmesi çok önemli. Türk destanları bilinç dışına yönelik eğitimin başarılı örnekleridir. Mücadele ettiğiniz kötücül bile olsa ve korkunuz en üst seviyeye çıksa da asla vazgeçmeyip asla pes edilmemeli” dedi.
‘ALBIZLAR GÖTÜRSÜN SENİ!’ ONLAR HER YERDELER
Albızların ortaya çıkışları ise oldukça ilginç. İnanışa göre Erlik Han, çekicini örsüne vuruşuyla albızları ortaya çıkıyor. Doç. Dr. Başak Burcu Eke, “Bu da onları ateş ve ocak inanışına bağlıyor. Türk kültüründe her ne kadar ateş ve ocak kutsal sayılsa da kut ile ilişkisini doğru kuranlar olabildiği gibi kut (Tanrı tarafından verilen güç) ile arasını bozanların da olduğuna inanılmıştır. Albızlar kötücüllükleri nedeniyle kut dışında kalmışlardır. İnsanları korkutmak, insan ve hayvanları kaçırıp köle olarak alt dünyaya götürmekle sorumludurlar” detayını verdi.
“Albızlar götürsün seni” şeklindeki tabirin bile çıkışının bu nokta olduğu biliniyor. Albızların en büyük görevlerinin insanları ve hayvanları hasta etmek olduğunu söyleyen Doç. Dr. Eke, “Albız inanışı Türk kültüründeki ortak inanışlarından biridir. Akdeniz’den Çin Denizi’ne, Kuzey Denizi’nden, Hint Okyanusu’na kadar uzanan bölge içinde nerede Türk varsa orada albız ile ilişkili bir ize rastlanır” vurgusunu yaptı. Albızların her yerde, her coğrafyada olduğunu vurgulayan Eke, Yakutlarda Abası, Tuvalarda Albıs, Uygurlarda Alvasti, Özbeklerde Olbosti, Kazan, Tatar ve Başkurtlarda Biçura olarak anıldığını ve hangi isimle anılırsa anılsın albızın kötücül bir ruh olduğunu söyledi.
DOĞUM YAPMIŞ KADINLARA ‘MUSALLAT’ OLUYOR
Halk arasında özellikle doğum yapmış kadınların lohusalık sürecinde musallat olan albastının aslında albızların bir türü olduğunu biliniyor. Albastıların farkının, albızları korkutmak ile hastalık yaymak özelliğini yeni doğum yapmış kadınlara ve bebeklere karşı kullanması olduğunu söyleyen Doç. Dr. Eke, albastının lohusa kadınların nefesini kesip, ciğerlerini çıkartıp götürdüğü ve çocuklarını bu ciğerlerle beslediğinin düşünüldüğünü söyledi.
Lohusa bir kadının sayıklamasının, yemeden içmeden kesilmesinin, nefesinin daralmasının, her şeyi anlayıp konuşamamasının ‘albasması’ olarak yorumlandığını söyleyen Doç. Dr. Eke, albastıların kadın cinsiyetinde kabul edildiğini ve bu nedenle de süreç içerisinde Anadolu’da ‘alkarısı’ adını da aldığını ifade etti.
‘ALBASTI CİNSİYETSİZDİR, GÖREN KİŞİ ONU HAYRA YORMAZ’
Özellikle Anadolu’da kötü ruhların cinsiyetinin kadın figürleri üzerinden verilmesinin sebebi ne? Doç. Dr. Başak Burcu Eke, “Aslında ilk kabullerde albastıların cinsiyetleri üzerine kesin bir tanımlama yok. Albastılar diğer albızlar gibi çirkin görünümlüdür. Anlatılara göre kocaman başları ve ayakları vardır. İri gözlü, dağınık saçlı, yağlı ve kıllı vücutlu, buruşuk derilidir. Kısacası gören kişinin hayra yormayacağı tüm özelliklere sahiptir” dedi.
“Zamanla albastı kadın olarak kabul edilir hâle gelmiştir. Bu değişimin sebepleri ilgili araştırmacıların farklı görüşleri var” diyen Doç. Dr. Eke, sözlerini şöyle sürdürdü: “Hristiyanlık ve Musevilikte kadının kötücül ile ilişkilendirilmesinin etkisi olduğu düşünülüyor. Türk kültüründe duyguların cinsiyete bağlı bir tanımlaması yoktur. Birinin cesur olması için kadın ya da erkek olması gerekmez. Benzer şekilde kötü olması için de kadın ya da erkek olma şartı yoktur. Kötü kötüdür, iyi iyidir. O yüzden Türk mitolojisinde cinsiyet merkezli bir ayrım yapamıyoruz. Kötücül kadınlar da vardır erkekler de. İşin biraz latifesini yaparak Türk kültüründe baş kötücül Erlik Han’ın erkek, en çok yardımına başvurulan iyi ruh Umay’ın ise kadın olduğunu da söyleyelim.”
‘POSTPARTUM SENDROMU İLE İLİŞKİLİ’
Günümüzde albasmasından korunmak için bazı ritüellerin gerçekleştirildiği biliniyor. Bunların başında da doğum sonrası hem anneyi hem de bebeği korumak için yapılanlar geliyor. Mesela yeni doğum yapmış annenin albastının kötülüğüne maruz kalmaması adına yalnız bırakılmaması da bunlardan biri. Peki bu, aslında lohusalık döneminde annelerin yaşadığı postpartum (doğum sonrası) sendromu ile benzerlik taşıyor mu?
Doç. Dr. Başak Burcu Eke, “Postpartum sendromu yani lohusa depresyonu ile ilişkili olduğunu düşünüyorum. Anne ve bebeğin kırk gün kırk gece dışarı çıkarılmamasını nedenlerinden biri de bu bence. Yeni doğum yapmış kadınlarda görülen fiziksel, duygusal, davranışsal değişimler ciddiye alınmış. Albastının erkeklerden korktuğundan hareketle erkeklerin eşleri başında beklemesi şeklinde bir ritüel de bulunuyor” dedi.
“Bu ritüeller esasında eşlerin zor zamanlarında birbirine eşlik etmesi adına çok hoş bir örnek” diyen Doç. Dr. Eke, “Bazı yerlerde anne ve bebeğin bulunduğu mekâna erkek kıyafeti serilir. Albastının kırmızı renkten çekindiğine inanılmış. O yüzden de lohusaların ve bebeğin yatağına kırmızı bez bağlanmış, kırmızı renk lohusa şerbeti ikram edilmiştir. Ayrıca ürktükleri düşüncesiyle tahtaya ya da eşyalara vurularak ses çıkartılmıştır. Demirin de koruyucu olduğu düşünülmüş makas ya da bıçak yatak başına konulmuştur” diye konuştu.
‘TOPLUMSAL HAFIZA İLE AKTARILIYOR’
Neden günümüzde bile hâlâ devam eden, hafızamızın derinliklerinde saklı kalan ‘albız’ korkumuzdan kopamıyoruz? Doç. Dr. Başak Burcu Eke, bunu şöyle cevaplandırdı:
“Nedenler ve sonuçlar bileşkesi içinde benim cevabım, toplumsal hafıza şeklinde olur. Bizim toplumsal hafızamızın beslendiği ana kaynak tarihimiz ve tarihimizden aldığımız öz güvenle yaşadığımız dünyanın kötüleri ile ne olursa olsun baş edebileceğimiz şeklinde bir inancımız var. Bunu sadece kazandığımız zaferler şeklinde yorumlamıyorum. Hatta tam tersine atlattığımız büyük zorlukların daha çok öz güven sağladığını düşünüyorum. Ancak kötücüller dünyası bilmediğimiz bir dünya. Oradan gelecek olan kötülüklere karşı ne yapacağımıza dair hissettiğimiz ilk duygu korku, ardından gelen duygu ise çaresizlik. Biz bu iki duygudan hoşlanan bir kültür değiliz. Sonrasında belki aşamalı olarak o korkumuzu kontrol ediyoruz ama süreç bizi öyle rahatsız ediyor ki bir daha yaşamamak adına tedbir alıyoruz. Tedbir konusunda yaşadığımız dünyadan daha çok kötücüller dünyasına odaklanmamız bundan sanırım.”
Tütsü yakmak, kurşun dökmek, nazar boncuğu taşımak, gelinlerin beline kırmızı kurdele bağlamak, evi sirkeyle temizlemek, dua okuyarak evden çıkmak, besmeleyle arabayı çalıştırmak, Ayet’el Kûrsi’yi evimize asmak şeklinde uzayıp giden eylemleri kötü ruhlardan arındırmak için kullandığımızı söyleyen Doç. Dr. Eke, albızları zamanın yeni kötücülleri ile kıyaslarsak yanlarında naif kalacağını düşünüyor. Doç. Dr. Başak Burcu Eke sözlerini, “Her ne kadar kültürlerin kendilerine ait kodlarını yerle bir etmeye yeminli bir çağda yaşıyorsak da bizim gibi geçmişi güçlü kültürler bir şekilde devamlılıklarını sağlayacak. Toplumsal hafızamız bizi yanıltmayacak. Ne kadar korksak ve hatta kimi zaman çaresiz hissetsek de mücadeleye devam etmemiz gerektiğini hatırlayacağız” diyerek noktaladı.
KAYNAK: Milliyet