Yüz Yüze dizisinin Tatar’ı, Çoban Yıldızı dizisinin Tarık’ı, Aile İşi dizisinin Kudret’i… Onu, Arif V 2016, Ölümlü Dünya ve Damat Koğuşu filmlerindeki harika oyunculuk performansı ile hatırlarsınız. Kendi jenerasyonunun en nitelikli oyuncularından biri olduğunu düşündüğüm Özgür Emre Yıldırım ile oyunculuk hayatı, dizi ve sinema sektörü üzerine samimi bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli okumalar diliyorum…
Bir senaryoyu incelerken dikkat ettiğiniz kriterleriniz nelerdir? Hangi etkenler, o senaryoyu sizin için nitelikli bir senaryo yapar?
Özgür Emre Yıldırım: Okuduğum senaryoda ilk olarak kendime dair, karakterime dair izler ararım. Sonrasında hayata dair kurduğu cümleye, duruşuna bakarım. Kendime şunu soruyorum: ”Bu hikayenin bana ne kadar ihtiyacı var ve benim bu hikayeye ne kadar ihtiyacım var?’‘ Kendimi de hikayenin içinde bulduğum zaman içinde yer almak isterim. Senaryonun nitelikli olabilmesi için hikayenin, senaryonun insana yani izleyicisine ne söylediği, kurduğu cümle, ana fikrinin ne demek istediği çok önemli benim için. Bu fikrin, bu düşüncenin arkasında durabiliyor muyum, bunlar çok önemli şeyler senaryoda. Aynı zamanda karakterin gerçekliği de öyle. Senaryonun beni yarattığı dünyaya inandırıp inandırmadığını düşünürüm, eğer inandırmıyorsa yapabileceğim şeyleri düşünürüm, nasıl bir katkıda bulunabileceğimi düşünürüm. Tabi doğal olarak bir oyuncu olarak bu senaryonun beni nereye götürdüğü ne kadar özgürleştirebildiği, ne gibi keşif ve yolculuklara gebe olacağı da benim için çok önemli. Oynayacağım karaktere benim ne katacağım, onun bana ne katacağı da çok önemli.
Role girmek için fiziksel ve duygusal olarak uyguladığınız özgün teknikleriniz var mı?
Özgür Emre Yıldırım: Zaten senaryoyu okuma aşamasında karakter bir silüet olarak ufak ufak belirmeye başlıyor. Sonrasında karakteri fiziksel olarak kafamın içinde görmeye çalışıyorum, bazen bu çok hızlı ve net bir şekilde gerçekleşirken, bazen de çok zorlanıyorum. Kafamda karakteri ufak ufak görmeye başladığım zaman kendi fiziksel görünümümde karaktere uyum sağlayacak bir detay aramaya çalışıyorum. Bu bazen karakterin saçı, sakalı, bıyığı, yani dış görünüşüyle karakterin imajıyla ilgili ufak bir motivasyon olabilir, bazen de bir aksesuar oluyor. Kolyesinden, bir anahtarlıktan, duruşundan bir şeyler bulmaya çalışıyorum. Sonrasında da karakterin sesini duymaya çalışıyorum; konuşmasını, bakışlarını hayal ediyorum. Nasıl konuşur, ses tonu nasıldır, nasıl bakar, bunları düşünüyorum. Tabi bu detaylar senaryoda yazmıyorsa uğraşıyorum. Bir çok kez bulmak konusunda zorlandığım karakterler oldu. Onun için de uyguladığım tekniklerden birisi mektup yazmaktı. Karakterin ağzından kendime mektup yazıyorum. Bu şekilde hem o karakterin düşünce biçimini hem de konuşma biçimini bulmaya çalışıyorum. En aklıma gelen uyguladığım teknikler bunlar oluyor genelde.
Hiç set ile günlük hayatınız arasındaki gerçeklik algınınızı kaybettiğinizi hissettiğiniz oldu mu?
Özgür Emre Yıldırım: Arkadaşlarla bunun üzerine sohbet edip güldüğümüz çok oldu fakat somut olarak böyle bir şey asla olmadı. Ama bazen sadece beni çok zorlayan rollerden sonra, inanılmaz bir yorgunluk ve hayata dair odaklanma problemi yaşadığım oluyor. Beni çok zorlayan bir karakter ise set bittiğinde sudan çıkmış balık gibi, aklımı karıştığı oluyor. Bu yüzden de hemen sevdiğim insanların yanına koşuyorum. Dostlarımın, ailemin yanlarına gidip ”Merhaba nerede kalmıştık, ben Özgür.” diye kaldığım yerden devam etmeye çalışıyorum. Mesela buna örnek vermek gerekirse, Barış Atay ile çektiğimiz ”Eksik” filminde canlandırdığım ”Devrim” karakteri beni bayağı allak bullak etmişti, kafamı karıştırmıştı. İlk oynadığım ”Film” filmindeki ”İzzet” karakterinde de bunu hissetmiştim. Bir de son oynadığım Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlunun yönetmenliğini yaptığı ”Birlikte Öleceğiz” adlı filmdeki ”Mazhar” karakteri de beni çok dağıtmış, çok zorlamıştı. Böyle zor karakterlerden çıktığımda kafam allak bullak oluyor açıkcası.
“İşin bu tarafını bilseydim oyuncu olmayı bir daha düşünürdüm” dediğiniz bir şey var mı?
Özgür Emre Yıldırım: Bu mesleğin saha üzerindeki zorlukları benim için neredeyse yok diyebilirim. Eğer uyumlu bir ekiple çalışıyorsam ”Nereden oyuncu olduk ya!” diyeceğim şeyler yaşamıyorum aslında. Herhalde bu mesleğini çok sevmekle ilgili. Ama esas bu meslekle ilgili zorlu kısımlar, setin dışında gerçekleşiyor. Yapım şirketlerinin, kanalın, ödemelerini geç yapması, telif haklarının ülkemizde olmayışı ya da set işçilerinin zor şartlar altında çalışıyor olması bana bu mesleğin ”Keşke bu durumlar düzelse” dedirten yerleri. Problemlerim daha çok bu taraflarla ilgili.
İşin kamera arkasını biliyor olmak bir film izlerken bakış açınızı ne ölçüde ve ne yönde değiştirir? Çok etkileyici sahnelerde bile duygularınıza ket vurulduğu oluyor mu?
Özgür Emre Yıldırım: Bence izlediğin filmde kamera arkasını düşünmeye başlıyorsan, o film bir yerlerde eksiktir, bir şeyler yanlıştır. İyi filmler beni direkt içine alıyor. Sanki bu mesleği hiç bilmiyormuş, hiç alakam yokmuşcasına hiç sorgulamadan hayranlıkla izliyorum. Duygularıma ket vurulmuyor aksine beni içine çekip kendime dair bir şeyler bulduğum filmlerde çok fazla ağladığım bile oluyor. Bakış açımı da büyük ölçüde etkilemiyor. İyi bir film etkilememeli zaten.
Yalnızca bir kez bağımsız bir film çekeceksiniz ve tamamıyla özgürsünüz. Hangi konuyu ele alırdınız? Bunun diğer bağımsız filmlerden en belirgin “size özgü farkı” ne olurdu?
Özgür Emre Yıldırım: Bu soru çok düşündürdü beni. Kafamdan bir sürü şey geçti ama hepsini bir yerde toparladım. ”İnsanın bu dünya üzerinde hem ne kadar önemli hem de ne kadar önemsiz olduğu” konusu üzerine bir film yapmak isterdim. Filmin adını da Carl Sagan’dan esinlenerek ”Mavi Soluk Nokta” koyardım. Bunu diğer filmlerden en belirgin bana özgü farkı ne olurdu diyeceksek, çekmeden bilemeyeceğim. Herhalde ”özgür” olması olması olurdu.
Yine film sektöründesiniz ancak bu sefer oyuncu olarak değil. Hangi işi yapardınız ve neden?
Özgür Emre Yıldırım: İçten içe yönetmenlik yapma arzum var. Kendi hikayemi, kendi anladığım sinema ve kendi anladığım oyunculuk üzerinden denemeyi ve görmeyi çok istiyorum. Kafamda süreç içerisinde oyunculuğa dair, sinemamın diline dair, bir hikayenin anlatımına dair fikirler edinmeye başladım. ‘‘Kendi dilimi oluşturabilir miyim?’‘ sorusu var aklımda. Bu yüzden içten içe yönetmenliğe heves ediyorum ama henüz kendimde o cesareti bulmuş değilim.
Yurtdışındaki yapımlarda da rol almış biri olarak, “Bu Türk sinemasına hastır” diyebileceğiniz bir farklılık var mıydı? Sizce kültürün sinemaya etkisi nedir ve ne ölçüde olmalıdır?
Özgür Emre Yıldırım: ”Türk sinemasına has” dendiğinde, içerik olarak hikaye bazında kadın hikayelerinin eksikliğini görüyorum. Kadın karakterler denince akla ilk olarak güçsüz ve çaresiz kadınlar geliyor. Tabi bunun bizim topraklarımızla çok ilgisi var, buna kültür demek istemiyorum. Türk sinemasına has şeylerden biri demeyelim de farkılık olarak, oyunculara ”figürasyon” dediğimiz yardımcı oyunculara -yurtdışında bunlara ”ekstralar” denir- maalesef Türkiyede çok kötü davranılıyor. Yurtdışında bu kişilere çok daha değer verildiğini gördüm ve çoğunun profesyonel kadrolardan geldiğine tanıklık ettim. Çoğunun ama hepsinin değil. Türk sinemasında gördüğüm bu küçük figüran rollerindeki amatörlükler çok dikkatimi çekiyor. Yurtdışında bu rollere çok daha incelikli ve konuyla ilgili çok daha tecrubeli insanlar geliyor. Aklıma gelen iki farklı bakış açısı bunlardı. Tabii düşünürsek çok daha farkılıklar vardır.
Türkiye’deki bağımsız film sektörü ile yurtdışındaki bağımsız film sektörünü kıyaslayacak olursak neler söyleyebilirsiniz?
Sektör olarak düşündüğümüzde Almanlar ve Yunanlar ile çalıştım. Onlara kıyasla ”sektörel” olarak aslında inanılmaz bir potansiyelimiz var. Çok daha önlerindeyiz ve çok daha fazla iş üretiyoruz. Daha saldırgan ve yaratıcıyız. Ama ”sektörleşmek” konusunda bir kaç problemimiz var. İnsani çalışma şartları ve daha önceden dediğim gibi telif hakları gibi hayati önem taşıyan koşullar söz konusu olduğunda geride olduğumuzu düşünüyorum. Ama sektörel olarak kıyaslayacaksak, biz inanılmaz yaratıcı ve üretkeniz. Ama yol, yordam, usul öğrenmek ve her şeyi usulünce yapmak konusunda biraz daha topallıyoruz, aksak kalıyoruz. Almanlar işi çok disiplinli, olması gerektiği gibi, kurallarına uygun yapıyor. Yunanlarda neredeyse bir televizyon sektörü ve sinema sistemi yok, oturmuş değil. Onlar genelde bizim işlerimizi izliyor. Arada bir iki tane iyi yönetmenleri çıkıyor. Onun dışında sektörel olarak çok gerideler. Dediğim gibi çok fazla potansiyelimiz var, çok güzel bir enerjimiz var, çok aç, istekli ve yaratıcıyız ama çalışma koşullarımızın iyileştirilmesi ve telif haklarının kazanılması gerektiğini düşünüyorum. Yaşadığımız ”süre” açısındaki problemler bir çok oyuncuyu, yapımcıyı ve senaristi dijital platformlara kaçırmaya başladı. Televizyondaki dizilerin sürelerinin uzunluğu bir işkenceye dönüyor. Söyleyeceklerim bunlar.
Çok keyifli bir sohbetti. İçtenliğiniz ve samimi yanıtlarınız için teşekkür ediyorum. Başarılar diliyorum. RÖPORTAJ: Meltem Suzan ZEKİ